GenelGeziYaşamYazılar

İstanbul çevresindeki gizli cennet: Ağva

Yoğun iş temposunda çalışınca uzun tatil yapmak sadece hayal oluyor. Ama şehrin hemen dibinde öyle yerler var ki, iki günlük kaçamak iki haftalık tatille aynı etkiyi yaratıyor.

Bazen öyle zamanlar olur ki, işler üst üste yığılır. Toplantı trafiği, iş seyahatleri, gündemin yoğunluğu derken hafta sonu bile tatil fırsatı olmaz. Aslında tatil için illa da güney sahillerine inmeye gerek yok.

Denize, göle kıyısı olan yerlerde de gayet güzel tatil yapılabilir. Mesela, İstanbul’un dibinde öyle yerler var ki, uzun bir tatil yerine bir hafta sonu kaçamağıyla, haftanın yorgunluğunu üstünüzden silkeleyebilirsiniz.

Tabii ki bir haftalık tatilin yerini tutmaz ama yine de tatil tatildir.

İLLA MOTOSİKLET

Geçenlerde Amerika’dan misafirlerim geldi, İstanbul’da birkaç toplantıya katılıp sonra güneye kaçma planları vardı. Ancak hem Türkiye’de okulların kapanması hem de yaz tatilinin başlaması nedeniyle uçaklarda yer bulmak neredeyse imkansız, önceden yer ayırtmak gerek. “Eh ne yapalım İstanbul içinde gezeriz” dediler. “Durun” dedim.

İstanbul çevresinde de güney bölgelerini aratmayacak yerler var. Tek arabaya bu kadar kişi nasıl sığacağız hesabı yaparken benim motoruma bakıp “Hayır motorla gidelim” demezler mi? Benim matematik iyice karıştı. Meğerse motor kiralamak istemişler. Aradım sordum ve kiralık motor buldum. Malzemeleri hazırlayıp cumartesi sabah güneşin doğuşuyla yola çıktık.

İlk durağımız Avrupa yakasında Garipçe köyü. Osmanlı döneminde kalma bu küçük balıkçı köyü son yıllarda Pazar kahvaltılarının popüler mekanlarından biri haline geldi. Kalabalık bastırmadan serpme köy kahvaltımızı yaptıktan sonra motorlara atlayıp yola devam ediyoruz.

Hafta sonu ve erken saatler olduğu için yollar bomboş, ben dahil 5 motosiklet, sessizliği yararak gidiyoruz. Fatih Sultan Mehmet Köprüsü’nden geçip, Asya kıtasında yolculuğumuza devam ediyoruz. Amerikalı ekip aynı gün iki kıta arasında yolculuk yapmaktan son derece mutlu… Köprünün hem girişinde hem çıkışında durulup bol bol resim çekiliyor.

TÜRKİYE’DEKİ POLONYA

İlk hedefimiz Polenezköy. Kahvaltı sırasında Polonyalıların kurduğu köyden bahsetmiştim. Demez olaydım, öğle yemeğine orada yemeye karar verdik. Otobandan çıktıktan sonra geçtiğimiz yollar şahaneydi. Garipçe’den Polonezköy’e yolumuz 1 saat bile sürmemişti.

Yüz yıllık evler, birçok piknik alanı ve kendin pişir kendin ye tarzı yer var. Her yerden nefis mangal kokuları yükseliyor. Kahvaltıdan yeni kalktık demeden biz de gözümüze kestirdiğimiz bir yerde mola verdik.

Kırım harbinden kaçan Polonyalı siyasi göçmenlerin, Osmanlı himayesine sığınarak kurdukları bu köyün ilk sakinleri subaylar, yazarlar ve asiller. İşin içine tarih girince, bu doğa harikası yer insanın gözüne biraz da fantastik gözüküyor. Köyde 1938 yılına kadar sadece Polonyalılar yaşadı, bu tarihten sonra Türklerin de yerleşmesine izin verildi.

Günümüzde Polonezköy’de yaklaşık olarak bin Polonyalı yaşıyor ve bunlar arasında 40-50 kişinin düzgün Lehçe konuşmaktadır. Polonezköy’de her yıl haziran ayında, Polonya ile olan bağlarını vurgulayan Polonezköy festivali düzenlenmektedir. Bir diğer adı da kiraz festivali…

Geleneksel kıyafetleriyle Polonya’dan gelen ekipler eğlenceli gösteriler sunuyor. Başta Atatürk olmak üzere birçok siyasetçinin, sanatçının ziyaret ettiği köy aslında Avrupada’da oldukça meşhur.

Tarih konuşurken, molamız uzun bir öğle yemeğine dönüştü. Polonezköy’de birçok konaklama tesisi var. Bir ara geceyi burada geçirmeyi düşündük ama hedefimiz denize ulaşmaktı. Köyü gezdik, Zofia Teyze’nin Anı Evi, Tarihi Köy Kilisesi, Kültür Evi’ni kapsayan hızlı bir turdan sonra tekrar motorlara atlayıp yola devam ettik.

DENİZİ GÖRDÜK: ŞİLE

Polonezköy-Şile arası yaklaşık 50 kilometre. Bizim “Dur, kalk, resim çek, bir çay içelim” molalarıyla yol 1.5 saatte bitti. Güneş etkisini daha tam yitirmemişti ve biz kendimizi serin sulara atmıştık bile. Sanki 10 gündür yollardaymış gibi hissettik oysa daha 10 saat olmamıştı bile.

Şile’ye kadar gelip de balık yemeden olmaz dedik ve kendimizi bir otele atıp, üzerimizi gece için değiştirdikten sonra Liman’a doğru yollandık. Karadeniz geceleri serin olur. Şile’de deniz kenarında akşam yemeği yiyecekseniz yanınızda mutlaka sizi ısıtacak ceket, şal bir şeyler bulundurun.

Şile’deki restoranlarda her mevsim taze balık bulunuyor. Yanında karides güveç, kalamar tava, iskorpit güveç, çoban salatası ve birbirinden güzel mezeler. Ve kapanışta fırında helva… Sanki günlerdir tatildeydik, iş güç aklımızdan uçmuş gitmiş.

Aslında Şile’nin tarihi oldukça eskilere gidiyor, MÖ 7. yıla kadar… İsmini Yaban çiçeğinden almış olan Şile’yi P itinler kurmuş, bölgede Hitit, Roma, Bizans ve Osmanlılardan kalan zengin tarihi eseler bulunur. Hal böyle olunca sabah erkenden kalkıp bu yerleri gezmek gerekiyordu. Sabah güzel bir kahvaltıdan sonra yola koyulduk.

Fransızların tasarımı olan ve bugün müze olarak kullanılan Şile Feneri’ne uğradık. 1859 yılında yapılan fener, deniz seviyesinden 60 metre yükseklikteki kayalıklar üzerinde 110 cm. kalınlığında kule şeklinde inşa edilmiş. 20 deniz mili görüş mesafesine sahipmiş.

Oradan, Ocaklı Ada Kalesi’ne geçtik. Kaleyi Cenevizlilerin inşa etmiş, Osmanlılar tarafından kullanılmış. 100 metrekare genişliğinde ve 12 metre yüksekliğindeki kale, denizden gelecek saldırılara karşı gözetleme noktasıymış. Hedef Ağva, ama biz yine fotoğraf ve çay molalarıyla devam ediyoruz.

AĞVA’DAKİ AĞAÇ EVLER

Deniz kenarındaki konaklama yerimize ulaştığımızda internetten beğenip yer ayırttığımız ağaç evlerimize yerleştik. Ağaçların arasında tamamen kütükten yapılmış kulübeler İstanbul değil, bambaşka bir ülkede yaşıyormuş izlenimi veriyor. Odalarda şömine bile var. Burası aslında romantik tatil yapmak isteyenlere göre…

Kışın da tatil yapılacak yerler listemize ekleyip kendimizi kumsala attık. Bütün gün deniz ve güneşin tadını çıkardıktan sonra hamaklarda hafif şekerleme bile yaptık. Kitap okumaya bile fırsat bulduk. Tabii bir yandan da akşam planları yemeği planları yapıyorduk. Çevrede birçok küçük balıkçı lokantası var. Herkes Pazar akşamı İstanbul’a dönüyor, Ağva bize kaldı. Sahil restoranlarından birine gittik yine.

Gece yorgunluktan nasıl uyuduğumu bile hatırlamıyorum ama sabah gözümü açtığımda ilk aklıma gelen “Yaşasın köy kahvaltısı” oldu. Deniz manzaralı muhteşem bir sabah kahvaltısının ardından istemeye istemeye eşyalarımızı toplayıp motorlara atladık.

İki günlük yolculuğumuzun dönüşü sadece 2 saat sürdü. Giderken motosiklet kullanmaktan hiç yorulmamıştım ama nedense dönüş yolculuğu sanki daha uzun geldi. İstanbul’a vardığımızda iki hafta tatil yapmış kadar hissediyorduk kendimizi.

Not: Biz kalabalık grup olarak gırgır şamata yaptık ama size tavsiyem, sevgilinizi, eşinizi alıp bir hafta sonu mutlaka Şile veya Ağva’ya gidin. Hatta İş için İstanbul’a giderseniz, bir günlüğüne olsun şehirden kaçıp küçük bir mola verin.

(29 Haziran 2014, FİGEN ONUR – İSTANBUL – POSTA212 Gazetesi)