‘Temiz hava taze gıda, bir de iyi niyetli ve sakin olma’
Röportaj: Figen Onur
Bozcaada’da doğup büyüyen Melpo Muratoğlu çok renkli bir kişiliğe sahip, içi sevgi dolu, kendini bildiğinden beri hayatında hep sanatın yeri olmuş. 1903 doğumlu. Hem Osmanlı İmparatorluğu’nu yaşamış, hem de Türkiye Cumhuriyeti’ni. Cumhuriyet tarihinin canlı tanıklarından biri yani.
Çocukken başladığı kemanı yakın bir zamana kadar çalmış. “Şimdi dayayınca boynumu acıtıyor” diyor. Elinde olsa keman çalmaya devam edecek. 70 yaşından sonra ressam olmuş. Çok uzun bir hayat yaşamış, acı ve sıkıntılı dönemleri olsa bile kendi deyimiyle “çok güzel bir hayat”mış… İnsanları çok seviyor, “Hepsi benim çocuklarım” diyor. Hayatına hep bir yenilik katmış.
80’li yaşlarında ise rahibe olmuş, şu anda Ortodoks kilisesinin yaşayan en yaşlı rahibesi. Gençliğinde hep yüzmüş ve kürek çekmiş. Rüzgar sörfü yaptığımı anlattım, “Ah keşke benim zamanımda da olsaydı, ne güzel olurdu, yapardım onu da” dedi. Bir kızı bir oğlu olmuş. Şu anda beraber yaşadığı kızının da iki kız torunu var, Fransa’da yaşıyorlar. Oğlundan da bir kız bir oğlan torunu var, onlar Yunanistan’da. Tabii torunların çocuklarını da unutmamak lazım… Sık sık ziyarete geliyorlar, evleri hiç boş kalmıyor.
Melpo Muratoğlu ile buluşmak için evine gittik. Galata’daki tarihi apartmanın beşinci katına vardığımızda biz nefes nefese kalmıştık. Ama o geçen yıla kadar hiç yorulmadan merdivenleri inip çıkıyormuş. “Hatta bir şey unutuyordum, almak için tekrar çıkıp iniyordum” dedi kapıyı açtığında. Şimdi düşmekten korktuğu için hareketlerine biraz daha dikkat ediyormuş.
İncecik ama dimdik duruyor hala, güler yüzlü ve sımsıcak biri. Evde öylesine bir huzur vardı ki, bir an oradan hiç ayrılmak istemedim. Evde ne televizyon ne bilgisayar var. Cep telefonunu da sevmiyorlar. Teknolojinin uğramadığı evde tarihe kısa bir yolculuk yaptık. İşte karşınızda 103 yaşında ama hala hayat dolu, bir genç kız enerjisine sahip Melpo Muratoğlu.
Evlilik öncesi adıyla Melpomene Papadopoulos. Melpomene, Yunan mitolojisinde ilham perilerinden biri. Trajedinin ilham perisidir. Hayatı da aynı öyle geçmiş. Müzik ve trajedilerle. 2012 yılında yaptığım ve en keyifli, röportajım. Düşünsenize, 103 yaşında biri alıp eline mandolin çalıp şarkı söylüyor. Unutamadığım bu röportajımı sizlerle paylaşıyorum.
Çocukluğunuz nasıl geçti?
Bozcaada’da doğdum büyüdüm, orada okudum. 20’li yaşlara kadar orada yaşadım. Bir kız bir de erkek kardeşim vardı. Babam Bozcaada’nın ilk doktoruydu. Aynı zamanda eczanesi de vardı. Deniz kenarında kocaman bir evde yaşıyorduk. Kasım ayına kadar denizden çıkmazdık. Sabah kahvaltıdan sonra kitap okurdum. Babam her hafta bir kitap verirdi ve her hafta mutlaka bir kitap okumak zorundaydık. Bazen ben sıkılırdım, okumazdım “Okudum” derdim. Baktım sorular soruyor mecbur okumaya devam ettim. Sonra denize giderdik, yüzerdim, kayığımız vardı saatlerce sıkılmadan kürek çekerdim. Erkek çocuklarla yarışırdım ve hepsini geçerdim. Öğle yemeği için eve dönerdik. Babam çok disiplinliydi, saat 4’e kadar uyurduk. Sonra kalkıp bağlara giderdik, üzüm toplardık. Ben üzümü o kadar çok severdim ki yemekten sepetim bir türlü dolmazdı. Bol bol süt içerdim. Su yerine bile süt içerdim, çok severdim.
Bol balık, bol üzüm ve bol temiz havada büyümüşsünüz…
Evet bir de hep deniz vardı hayatımda. Bıraksalar güneş batana kadar denizden çıkmaz hep yüzerdim. Babam eğitimimize çok önem verirdi. Mesela mecmua okumak isterdim ama okutmazdı, onu okuyacağına kitap oku derdi. Çocukluğumda o kadar çok balık yedim ki artık sevmiyorum ama mecburen yiyorum. Çünkü çok sağlıklı.
Geceleri ne yapardınız, televizyon yok, elektrik yok…
Akşam yemeğinden sonra bütün aile salonda toplanırdık. Annem piyano başına geçerdi, babam da kemanını alırdı. Bize de küçük yaşlarda müzik eğitimi vermeye başlamışlardı. Kardeşlerimin biri mandolin çalardı, biri kitara. Ben de keman çalardım. Her akşam müzik çalıp şarkı söylerdik. Evin önüne kayıklarla gelip bizi dinlerdi adalılar. Bazen de kafeye giderdik. Sıra sıra Rum kafeleri, tavernaları vardı adada. Kadınlar erkekler beraber şarkı söyleyip dans ederdi, Türk erkekler de gelmek isterdi ama tek geleni almazlardı, damsız alınmıyordu. Nişanlınızı, karınızı veya kardeşinizi getirin onlarla dans edin denilirdi. O zamanlar kadınlar kapalıydı gelmek isterlerdi ama gelemezlerdi. Cumhuriyet’ten sonra yavaş yavaş çift gelenler oldu.
Her akşam müzik vardı yani?
Akşam yemeğinden sonra yatana kadar hep müzik çalardık. Çocukluğumda her gün keman dersi alırdım babamdan ve hiç sıkılmazdım. 14 yaşındayken annemi kaybettim. Babam bizimle ilgilenmek ve hep yanımızda olmak için eczaneyi ve muayenehanesini kapattı. Ama eve taşıdı işini. Hastalara evde baktı. Ben şarkı söylemeyi çok severdim. Hatta İstiklal Marşı’yla Onuncu Yıl Marşı’nı okuldaki çocuklara ben öğrettim. Beni çağırırlardı genç kızlığımda ilkokula gider söylerdim ve çocuklara öğretirdim.
Peki İstanbul’a geliş nasıl oldu?
Evlenmek için geldim. Ama hiç sevmedim. Huzurumu kaybettim buraya gelince. Havası suyu kirli geldi. Alışmışım Bozcaada’nın havasına. Arabaya binmek bile istemezdim, benzin kokusu dokunurdu, her yere yürüyerek gitmek isterdim ama “Olmaz” diyorlardı. O zaman zordu İstanbul’a gidip gelmek. İki tane vapur vardı. Biri Saadet biri İzmir. İstanbul’dan yola çıkardı İzmir’e kadar giderdi, Bozcaada’ya da uğrarlardı. Fırtına varsa uğramazdı, o zaman meyve sebze gelmezdi adaya tabii.
Eşinizle nasıl tanıştınız?
Teyzemlerin tanıdığıydı. İstanbul’a geldim tanışmaya, bana yeni elbise diktiler, boğaza kadar kapalı. Beni görünce çok esmer kız demişler, çünkü bütün gün güneşte kaldığım için yüzüm yanmıştı. Tabii o zaman kimse güneşe çıkmazdı. Gittik evlerine kız kardeşleri de piyano çalıp şarkı söylüyordu, çok sevindim, çok iyi anlaştık ve o gece çok eğlendik. Bana sordular ertesi gün “Genci beğendin mi?” diye Görmedim ki, ben kız kardeşleriyle piyano, keman, şarkı kendimi kaptırmışım, fark etmemişim bile!
Damattan önce kız kardeşlerini beğendiniz yani. Peki sonra?
Neyse sonra nişanlandık. Kaynanam “Düğün hazırlıkları için burada kalsın” dedi. Babam iyi ve açık görüşlü bir insandı. “Tamam” dedi. Babam para verdi çeyiz almamız için. Ben de görümcelerimi çok sevmiştim, hep müzikle uğraşıyorduk. Ama ilk başlarda zorlandım. Babamın evinde disiplin vardı, saat 10 denilince yatıyorduk. Erken uyumaya alışmışım. Ama kaynanamın evine saat 10’da misafir gelmeye başlıyordu beni tebrik etmeye. Gözlerimi zor açık tutuyordum, uykusuzluktan bayılacak gibi oluyordum. Çok büyük ve kalabalık bir evdi. Alışverişe gidiyorduk arabayla ben hep yürümek istiyordum, arabanın kokusu beni rahatsız ediyordu. “Ayakla gidelim” diyordum. “Yol uzak gidilmez” diyorlardı. İstanbul’da yaşayanlar alışmış ama arabanın gaz kokusu beni kötü yapıyordu. Denize bile giremiyordum, deniz bana kirli gibi geliyordu. Neyse evlendik bir kızım bir de oğlum oldu. Varlık vergisine kadar her şey güzeldi.
Varlık vergisi sizi nasıl sarstı?
Aman aman kimsenin başına gelmesin. Çok zengindik. Varlık vergisinden sonra her şeyi sattık. 1 milyon 600 bin lira borç çıkardılar. Evler, fabrikalar, dükkanlar. Kaldık öyle. Sattık her şeyi ama yetmedi. Kocam Aşkale’ye gitti çalışmaya. Çok kaldı orada, ne kadar hatırlamıyorum. Çocuklarım küçüktü ama çok üzüldüler, kızım hala bu konuyu konuşmak istemez. Kocam gitti, biz 5 parasız kaldık. Evdeki bütün çalışanlar gitti. Bir tek aşçı bırakmadı bizi. Biraz yaşadık, çok perişan olduk. Sonra akrabalarımızın yanına gittik. Kocam geri döndü ama hasta döndü. Bir daha toparlayamadı. O dönem çok giden oldu buralardan. Kocamın annesi babası Kayseriliydi, Rumca tek kelime bilmezlerdi, Türkçe konuşurlardı. Anadolu insanıydılar. “Burası bizim vatanımız, evimiz. Nereye gidelim ki?” dediler.
Resim yapmaya nasıl başladınız?
Oğlumu kaybettikten sonra çok üzülmüştüm. 52 yaşındaydı, uykusunda öldü. Hep ağlıyordum, hiçbir şey yapmak istemiyordum. Kızımla kocası bana resim malzemeleri getirdi. “Ben resim yapmayı bilmiyorum ki” dedim. Israr ettiler, ben hep “İstemem” diyordum. Sonra bir sabah geçtim tuvalin karşısına baktım yapıyorum. O zaman 70’li yaşlardaydım. Annem resim de yapardı, demek ondan geçti diyorum. Ressam tanıdıklarım vardı, onlara da soruyordum, böyle böyle yaptım. Ama yazdan beri pek yapamıyorum, gözlerim pek görmüyor.
Peki rahibelik?
17 yıl oldu. Rahibelere bir azize ismi verilir, bana da Rahibe Aleksia ismi verildi. Tanımadığım insanlar için de dua ederim.
Gününüzü nasıl geçiriyorsunuz?
Belli bir düzenim yok. İstediğim saatte kalkıyorum. Kahvaltımı yapıyorum, peynir ve bal yerim, çay içerim. Varsa kek. Eskiden kahve içerdim ama şimdi dokunuyor. Yemek seçmem ama yediklerime dikkat ederim. Az az yerim. Öğlen etli veya tavuklu patates yemeyi severim. Akşam yoğurt ve meyve yerim. Evde ne radyo ne televizyon var. Televizyon seyretmem. Gündüz tespih çekip dua ederim. Çocuklarım, torunlarım, arkadaşlarım, tanıdıklarım için. Tanımadıklarım için bile dua ederim, işleri rast gitsin derim içimden. Hapishanede yatanlar için de dua ederim Allah doğru yolu göstersin diye…
İnsanları çok seviyorsunuz…
Evet. Bütün insanları benim çocuklarım gibi görüyorum. Bu kadar telaşa ne gerek var diyorum. Daha rahat yaşansa daha güzel olmaz mıydı? İnsanlar daha çok yoruluyor, daha çok sinirleniyor. İnsanlar sakin olmalı, sade olmalı. İnsanlar kavga etmekten Allah’ı unutur oldu. Oysa hep Allah’a dua etmeli, elindekiler için şükretmeli. Allah’a dua ederlerse, kendilerini daha huzurlu hissederler.
Peki siz uzun yaşamak için neler önerirsiniz?
Bilmem. Benim çocukluğum ve gençliğim hep spor ve müzikle geçti. Müzik ruhun gıdası derler, doğruymuş. Bol bol üzüm yedim ve çok süt içtim. Bir de çok uyurdum. Ondan herhalde. Geç saatte yatmamak gerekir. Rakı da çok içmesinler ve sigara içmesinler. Sağlığa çok zararlı. Her şey taze yenmeli bir de…
(04.03.2012 tarihli Postası Gazetesi’nde yayımlanmıştır)